KADINLAR ve ŞARAP

Kadınlar ve şarap hep özdeşleşmiştir. Kadınlar ve şaraplar. . . Ne kadar da benzerler ne kadar da yakın. Her güzel şarabın ruhu olduğuna inanırım. Tıpkı kadınlar gibi. Güzel ve kaliteli şarabın tadına varmak için bir gurme ve ince ruhlu olmak şarttır. Bir şairin de dediği gibi ;”Şiir gibi bakan kadınları, şiirden anlayan adamlar sevmeli” ki ziyan olmasın diye de bitirir. Kaliteli kadınları da alelade sevmemek gerek. Zevkini yoğun yaşayabilmek için. İyi bir şarabı ve kadını anlayabilmenin adımları da aynıdır. Anlayabilmek için tüm duyularına hitap etmesi gerek. Görme, koku, tat ve hissetmek gibi.

İyi bir şarabı anlayabilmek için ilk nasıl gözüküyor diye bakarız. Ne renk? Bulanıklık var mı? Rengi cezbedici mi? Tıpkı ilk önce fiziksel olarak dikkat çeken kadın gibi. Girdiği an gözler ona çevriliyorsa, herkes aynı anda süzüyorsa, farkedilmemesi imkansız. Bir kadın düşünün alımlı, çekici, seksapelitesi yüksek, vücut kıvrımları belirgin, ince belli, güzel elleri, güzel gözleri olan. Dış görünüş değil, içi önemli gibi çok romantik ütopik cümleler kullanamıyacağım. Marilyn Monroe’nun bunun için çok güzel bir yorumu var; “Erkekler kadınları kitap gibi görürler, eğer kapağı dikkatlerini çekmez ise içindekini okumazlar.”

İkinci adım ki aslında en önemli adımdır. Koku. Koku duyusu insanın unutamadığı tek duyudur. Öyledir ki, Şükrü Erbaş “Ne olurdu kokunun da fotoğrafı olsaydı.” der. Mesela güzel, cezbedici bir kadının kendisiyle özdeşleşen karakteristik özgün kokusu gibi. Baştan çıkarıcı ne olabilir ki? Unutulmayan kalitesini gösteren belirleyici adım. Tıpkı şaraptaki gibi. Koku yanıltmaz. Şarapta hata var mı? Kısa kısa kokluyoruz, üzümün karakteristik yapısından, üretim tekniğinden, meşeden vs. oluşan aromalarına kadar gösterir bize.

Görme ve kokudan sonra aslında hissetme, iki adımın somutlaşması, bütünleştiği test edilip, işlendiği adım. Tadım. Küçük bir yudum alıp, dilimizin tüm bölgelerinde gezdirip, koklarken aldığımız aromalar rehberliğinde dilin belli bölgesinde yoğunlaşarak şarabı hissetme adımıdır. Tıpkı kadına dokunmakla başlayan, tenini hissetmekten devam eden bütünleşme adımı gibi. Güzellik ve cezbedici kokusundan sonra uyandırdığı hissi yaşama, dokunma ile tenini hissetme bütünleşme, somutlaştırma adımı.

Tadım adımlarını bitirdikten sonra şarabın kalitesini somutlaştırmaya doğru gideriz. Değerlendirme de denir. Önce dengesine bakarız. Şarapta denge dediğimiz, alkol oranı, asidite, şeker miktarı ve tanen uyumu. Hiçbiri diğerini bastırmıyorsa dengeli şarap deriz. Bir kadının kokusu, dokunuşu, dokunduğunda verdiği his, güzelliği gibi hepsi uyum içinde ise oluşan muhteşem denge gibi.

Şaraptaki dengeden sonra bitiş olarak adlandırılan ‘uzunluk’. Şarap yutulduktan sonra tatların ağızda ne kadar süreyle kaldığını gösterir. Önemli olan tanen, asit, alkol değildir burda aramaların damaktaki kalıcılığıdır. Dengeli, uzun bitişli şarap kaliteli şarap göstergesidir. Bir çok kadınla birlikte olabilir, beğenebilirsiniz. Ama sadece çok azı hatta sadece biri kalır zihninizde, bilincinizde, bilinçaltınızda. Tek bir kadın çok güzel olup, alımlı, seksapelitesi yüksek, dokunuşunda, dokunduğunuzda aldığınız zevk, haz, hissedilen duygu tektir. Bu onun uzunluğudur hayatınızda. Olsa da olmasa da sizinle. Unutamazsınız, çünkü tektir.

Peki şarap sadece bundan ibaret mi? Şık bir kadehe dökülen kaliteli bir içkiden mi ibaret? Hayır tabiki. Sizinle ilanı aşk ederken de, arkadaş masasında sohbet ederken de, yemek yerken de, siyasi tartışmaya girerken de, akşam dinlenmek için uzanırken de, ağlarken de, mutluyken de eşlik etmeli. Tıpkı bir kadınla ağlayıp, gülmek gibi, ateşli tartışıp, sarılmak gibi, ayrılıp, yatmak gibi, aile ortamında oturup, kendini dağıtmak gibi, beraber isyan edip, beraber aynı şeyi paylaşmak gibi, sanat, kültür, siyaset konuşabilmek gibi ki – kadına aykırı olanı, devrimci olan yakışır-, ama saçma sapan şeylerden konuşabilmek gibi olmalı. Kadınla da şarapla da her ortama girebiliyorsan kalitelidir.

Kadınlar ve şaraplar ne kadar da benzerler. .

DEĞİŞİM

“Aynı nehirde iki defa yıkanılmaz.” “Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir.”

[Heraklitos]

Kesinlik denen bir şeyin varlığından bahsetmek zorlaşır, bu kadar fazla değişimde. Herhangi bir durumun her şart ve koşulda sonuçları değişkenlik gösterirken, şart ve koşulların da evrendeki değişimde beraber sürekli değiştiği gerçeği ile kesin yargılara varma ihtimalimiz ortadan kalkıyor. O zaman çok fazla bilinmeyenli ve sürekli değişkeni olan denklem içindeyiz. Çok fazla değişim söz konusu iken, sürekli değişen sonuçlar da varken bir kesinlik aramak mümkün olmuyor zaten. Sadece havada kalan, altı boş dogmalar ortaya çıkıyor. Oysaki tüm her şey değişken iken değişmeyen bir şey aramak çok saçma bir şey oluyor. O zaman bilinmezliğin ortasında, kesinliğin bu kadar dışında olunca mutlak bilgiye erişme ihtimalini çok zorluyor. Bu aslında mutlak bilgiye varamayınca ya da ulaşmak için şüpheyi meydana getirir. Felsefik düzlemde ele alırsak eğer; bilinmezliği ve şüpheciliği savunan agnostikler ve septikler ayrı felsefi görüşler olup, bilinmezliği ve şüpheciliği ayırarak savunurlar. Oysaki ikisi de birbirini tamamlayan ama aynı şeyi reddeden düşüncelerdir.

Günlük hayata bakacak olursak eğer, her olaya verdiğimiz tepkiler aynı mıdır? Hayır, tabiki. Sürekli karşı karşıya geldiğimiz olaylar da bile daha farklı tepkiler veririz. Sebebi ise olayların bizlerin sürekli farklı ortam, an, şartlar ve ruhsal durumda olmamızla ilgilidir. Aslında karşılaştığımız aynı durumlar bile birbirinden farklıdır. Değişken şartlarla birlikte başkalaşmıştır. Yediğimiz her yemekten, içtiğimiz her şaraptan, sigaradan aynı zevki mi alırız? Birebir ölçülü, aynı reçeteli yemekten ve yahut şarap, masa, mekan aynı olsa dahi. Hayır tabiki. Çünkü hiç bir şeye tek başına bakmıyoruz. Bir çok bileşenle bakıyoruz, tadıyoruz, hissediyoruz. Her gün baktığımız manzara aynı mı görünür bize, aynı mı görürüz? Tek bileşenin bile değişmesi sonuçları değiştirir. Baktığımız, gördüğümüz, tattığımız her şey değişir. Oysaki, biz sürekli aynı olmasını isteriz; tüm bu dengeyi, düzeni reddederek. Kendimiz bile aynı kalamazken her şeyin aynı kalmasını beklemek büyük yanılgı değil midir? Sürekli değişkenlerin yanında akıp giden, durmayan bir de zaman etkeni varken. Sürekli akıp giden zamanla, sürekli geride bıraktığımız zamanla edindiğimiz tecrübelerle bambaşka bakıp, başka görürken; baktığımız şeylerdeki sabitlik fikri niye? Onların da değişme fikrine neden karşıyız? Böyle bir beklentiye neden giriyoruz? Aslında kendimizin değiştiğinin farkında olmadığımız içindir. Tıpkı Dünya’nın dönüşünü farketmemiz gibi. Dünya dönüyor, katmanlar dönüyor, bizler de dönüyoruz, tamamının döndüğü gibi. Dönüşü farketmememiz Dünya’nın dönmediğini iddia edebilmemize sebep olabilir mi? Bizler de tam olarak bunu yapıyoruz aslında. Değişimin içinde iken değişimi reddediyoruz, tamamen dışındaymış gibi düşünüp, hareket ediyoruz. Hasta bir çocuğun hasta olmadığını iddia edebilmesi kadar gerçektir aslında.

yol

Veysel’in de dediği gibi “Uzun ince bir yoldayım.” Yoldayız hepimiz sürekli devam eden, bitmeyen bir yoldayız. Bu yolda sürekli birbirinden farklı, benzeyen bir sürü insanlarla kesişse de devam eden bir yoldayız.

Yolculuğumuza ya onlarla ya da onlardan ayrılarak devam ediyoruz. Upuzun sürüp giden bu yolda bir çok kişiye eşlik ediyor ve yahut eşlik ediliyoruz. Kimiyle yolları ayırırken kimiyle yola devam ediyoruz, bir sonraki yol ayrımına kadar. Yol baki kalırken yol arkadaşları, mekan, zaman değişiyor. Değişmeyen yol ve kendimiz oluyoruz. Ama çoğunlukla farkında olmuyoruz devamlılığın yol olduğunu, kesişimlerin yanılttığını. Hatta bazen öyle ki o kesişimde kalacakmışız gibi geliyor. O anda o yerde kalacağız yanılgısına kapılıyoruz. Oysa ki yol bu devam ediyor, uzun bitmiyor, gidiyor. Murathan Mungan’ın da dediği gibi “Yürüyüp geçeceksin, hep yürüyüp geçeceksin. Ben öyle yaptım. Hep yürüdüm. Herkesin her şeyi anlamasını bekleyemezsin. Sen yürüyüp gideceksin. Anlayan anlayacak, anlamayan anlamayacak; dünyanın hepsine yetişemezsin ki!” Yetişememek bir yana dursun, bir başkasını bekletip, bir başkasının yoluna geç kalmasına sebep oluyoruz. Bir yol düşünelim, trafiğe açık. Yol ve araçlar. Trafikte yolun ortasında durduğumuzu veya birinin durduğunu düşünelim. Burası benim diyor. Bana ait. Trafik tıkandı, herkesin yolundan ettik, edildik. Geç kaldık. geç kalındık. Oysaki farkında değiliz yolda olduğumuzun, sanki her durakta bitmiş gibi davranıyoruz, oysa bitme yok, devam ediyor sürekli, durmuyor.

Kendimize mesken edinmeye çalışıyoruz yolun ortasını, buna inandırıp hayal kuruyoruz sonra. Yol bu ortasına mesken kuramazsın, mecburen gideceksin. Bu kez mesken kuramayacağını anlayıp yolun devam ettiğinin farkında olunca hayal kırıklığı oluşuyor. Sonra ne mi oluyor, o hayal kırıklığıyla geçtiğin yolun güzelliğini görmüyorsun. O yol gidiyor öyle farkında olmadan geçip gidiyor. Akıp giden yol ve ardında bıraktıkların, takılıp kaldıkların, kayıpların ve ilerlediğin yolun farkında olmadan önündeki yolu mahvetmiş oluyoruz. Ardında bıraktıklarımızdan önünü göremeyen sürekli kaza yapan araçlar gibi bir hal alıyoruz. Hareket baki olduğunun farkında olmadan sanki o anda kalabiliyor ve kurtarma şansı varmış gibi davranıyoruz. Oysaki geride kaldı, vedalaşıp, bırakıp önününe bakma zamanı. Hayatın tüm hazzını alarak. Keşke bir bilsek yolda olduğumuzu, sürekli devam ettiğini, bitmediğini, gecikmeden, geciktirmeden devam etmenin gerekliliğini. Belki daha mutlu daha farkında ve görerek, tadını çıkararak yürürüz, devam ederiz, yolculuk ederiz, ne güzel yollar yürüdüm deriz, hiçbir şey kaçırmadan.

Çevremize baksak bile yeterli aslında. Başka hangi canlı böyle davranıyor? Ki, hayvanlar içgüdüsel davranmalarına rağmen, en ilkel hislerle bile yaşamalarına rağmen yine de bir mesken edinme gayeleri yok. Aslında bir tabiat kanunu bence. Bir akış içindeyiz, bir nehir gibi akan suyun tanecikleriyiz, akıp gidiyoruz bazen belki bir çukura dolsak bile bir yerden sonra başka akan su ile taşıp tekrar akıntıya takılıp gidiyoruz. Doğamız bu tüm canlılar gibi yaşıyoruz.

Yaşamak süreklilik demek, durmak değil, beklemek değil,kalmak değil süreklilik, hareket hali demek. Gündüz tüm gün, aylarca yıllarca kalabiliyor mu? Kutuplarda bile 6 ay sonra gece oluyor. Ya da bir anı durdurabiliyor muyuz? Asla geride kalmıyor, akıp gidiyor. Tamamen ardımızda. Yolda yürürken arkamızda kalan yol gibi. Tomris’in dediği gibi; “Yaşamak, gitmek demek onun için. Yeryüzü, iki deniz arasında bir nokta demek, iki kent arasında bir istasyon.” Yaşamak demek gitmek. Yürümek, koşmak. Ama asla durmak, kalmak, çakılmak değil. Ardında bırakmak ilerleme hali. Yaşamak ardında bıraktıklarından ibaret. Geride bıraktıkların, önünde gideceğin yolların. Durduğun bir istasyon, park anı değil. Anlar gibi geride kalanlar onlar.

KOŞULSUZ SEVGİ

“Bir kadını güzel kılan şey; onun cildi, gözleri, gençliği değildir. Bir kadını güzel kılan şey, onun son derece kararlı bir biçimde sevme ve koşulsuz sevme kapasitesidir.”

Koşulsuz sevmek nasıl oluyor peki? Koşulsuz sevebiliyor muyuz? Aşığım derken bile koşulsuz sevmiş oluyor muyuz? Koşulsuz sevmek tek başına mı değerlendirilmeli? Koşulsuz sevgi tam teslimiyet mi? Peki sürdürülmesi nasıl oluyor?

Koşulsuz sevgi, sevginin en doruk noktasıdır. Karşılık beklenmediği, ölçülmediği, ne kadar sevgiye ne kadar sevgi hesaplaşmalarının olmadığı sevgidir. Sadece kendi sevgimizi sunduğumuz, tam teslimiyetin olduğu andır. Koşulsuz sevmek, gözlerini kapayarak tamamen teslimiyet halinde koşulsuzca sevdiğin yere doğru yürümektir. Yürürken bile yürüdüğün yolları düşünmemektir. Koşulsuz sevgi için en fazla verilen örnektir, anne bebek örneği. Bebek annesini koşulsuz sever. Çünkü annesinin ona bakmakla yükümlü olduğunu, anneye bağımlı olduğunu bilmeden, mahrum kalma ihtimalini düşünmeden, sevdiğini, ne kadar sevdiğini ölçmeden, hiçbir karşılık beklemeden sever. Koşulsuzca. Hatta savunmasız ve tam teslimiyet haliyle.

Peki bunu sürdürmek, korumak,oluşmasına zemin hazırlamak nasıl olur dersek? Tek etkenden oluşur; “Güven”. Sadece güven duygusunun olduğu yerde büyür, kök salar, yeşillenir, tomurcuk verir. Eğer karşıdaki kişiye, sınırsız güven duyuyorsanız, kuşkusuz teslim oluyorsanız koşulsuzluğun tam anlamıyla varlığını tamamladığı yerdir. Sadece sevginin olduğu ama güven duymadığın yerde sevgi ne kadar sürer? Tıkanır, gitmez, süreklilikten bahsedemeyiz. Sevgin ne kadar yüce, fazla olursa olsun, şüphe ne kadar sürmesine izin verebilir ki? Şüphenin galip gelmediği tek şey güven duygusunun en yüksek olduğu, yerleştiği andır. O zaman barınmaz, büyüyemez, beslenemez. Sadece sevginin büyümesine, barınmasına izin verir. Güven görünüşte koşul gibi dursa da aslında koşulu koruyan en önemli etkendir. Anne bebek arasındaki tek etken gibi. Bebek sadece anneye güvenir. Aralarındaki koşulsuz sevgiyi koruması gibi.

SEVMEK

Sabahattin Ali “Benim beklediğim aşk, başka! O bütün mantıkların dışında, tarifi imkansız ve mahiyeti bilinmeyen bir şey. Sevmek ve hoşlanmak başka; istemek bütün ruhuyla bütün vücuduyla, her şeyiyle istemek başka. Aşk bence bu istemektir. Mukavemet edilemez bir istemek!” der.

Aşk dediğimiz şey sevmenin en yoğun olduğu, sevginin en doruk noktasıdır, en genel ve kabul gören tanımıyla. Aşk için o zaman önce sevmek gerekiyor o halde. Peki ne kadar becerebiliyoruz?

Sevmek bireyseldir. Bu yüzden herkese göre farklı anlamlar yüklenir, farklı beklentiler yaratır. Sorsak herkes farklı bir sevgi tanımı yapar. Kimi Sabahattin Ali gibi tüm mantıkların dışında der, kimi Nazım gibi sen elmayı seviyorsun diye elma da seni mi sevecek der, kimi Süreya gibi sevmek ne uzun kelime der, kimi Arif gibi kusursuz olarak, kimine göre de koşulsuzluk, kimine göre de zaaftır. Üzerine şiirler. şarkılar, türküler yazılan çok fazla açıkça dile getiremediğimiz duygu. Peki neden? Sevmek ya da sevgi kötü bir eylem ya da duygu mu? Hayır. O zaman neden dile getirmekten bu kadar korkuyor veya gizliyoruz, zaaf olarak görüyoruz? Oysaki birine nefretimizi, sinirimizi, öfkemizi yüzüne açıkça kusmaktan çekinmeyiz. Hatta kimi zaman bu garip bir haz verir. Ama sevgiye gelince gizleriz, çekiniriz. Hatta kimi zaman anlaşılmasın diye belki bunların arkasına saklanıyoruz -sevgimden diye-. Oysaki sevgiyi tüm çıplaklığıyla ortaya koyamıyoruz. Bunu zayıflık olarak görüyoruz. Bunlar güzel duygular ise neden zayıflık olarak görüyoruz? Sevgi acı verir. Çünkü o dönüştürür. Her dönüşüm sancılıdır. Eski yeni uğruna terk edilmek zorundadır. Eski tanıdıktır, güvenlidir. Yeni olan bilinmezdir. Hiç yolların açılmamış okyanuslara hareket etme durumdasın. Yeni olanda düşünceyi kullanamazsın, eski olanda ise düşünce beceriklidir. Düşünce eski olanla işleyebilir, yeni olanla tamamıyla kullanışsızdır. Bu yüzden daha fazla korku yaratır. Bunu ise insanların egolarını yüksek tutma isteğine, konforunun bozulmasına bağlayabiliriz. Okyanusa açıldık diyelim, okyanustan da karşılık göremedik. Okyanus bize yol göstermezse ya da istediğimiz yere sürüklemezse o zaman işte olan konforumuzu tamamen kaybetmekten korkarız ve tamamen tüm çirkin ne kadar duygu varsa onun arkasına sığınırız. Sevgi falan düşünülmez o sırada var olan egoyu kurtarma çabasına girilir. Tam olarak burada Nazım “Sen elmayı seviyorsun diye elmanın da seni sevmesi gerekiyor mu?” diye sormuştu. Elif Şafak ise Firarperest kitabında ise şu şekilde destekler; “Bugün ellerde teraziler, adeta gramla tartılıyor aşk. 160 gr sevgiye 160 gr sevgi alınabilinirmiş gibi, herkes verdiği kadarını istiyor. Seven erkek mutlak itaat, mutlak hakimiyet bekliyor. Zihinlerde bir denklem var sanki. Denklem karşılanmadı mı tüm formül bozuluyor.”. Biz elmanın da kesinlikle bizi sevmesini bekliyoruz. Yetmiyor. Elmanın hayat boyu sadece ve sadece bizi sevmesini, varlığını bize adamasını, biz ne dersek harfiyen yapmasını istiyoruz. Biz aşkı egomuza hizmet etmekle yükümlü birer hizmetkar olarak bellemişiz. Ve bu yüzden işte, aşktan nefrete bu kadar kolay savruluyoruz.

Ahmed Arif’in evlenmesine rağmen sevmekten vazgeçmediği, sevgisine karşılık almak bir yana mektuplarına bile karşılık alamadığı ama mektup göndermek uğruna pulu için hamallık yaptığı ‘Leyla’sına sevgisi hiç bitmemiştir. Edip Cansever’in hep uzaktan, ama hep şiirlerini yazdığı aşkına karşılık bulamadığı ve kaybetmemek için arkadaşlığını baki tuttuğu ‘Tomris’e aşkı bitmedi hiç. Ve yahut Frans Kafka’nın evli olduğu halde neredeyse hiç göremediği ‘Milena’ya bitmedi aşkı. Tabiki tüm sevgiler karşılıklı değil. Koşulsuz sevebilmek imkansız değil. Örnekleri hiç yok değil. Tüm mesele egoyu bencilliği bir kenara bırakarak, cesaret göstererek, korkmadan olduğun gibi, tüm çıplaklığı ile tüm sevgini sunabilmek koşulsuzca. .

AHMED ARİF

Süreya’nın ‘Dostuna yarasını gösterir gibi’ diye şiirlerini anlattığı, hasretinden eskittiği prangaları yıllarca kendine yol yapan, naif sevmenin yakıştığı en güzel adam, dik duruşlu, Anadolu şairidir o.

Ahmed Arif. Diyarbekirli, tek şiir kitabı ile meydan okuyan büyük şair.

Ahmed Arif Cemal Süreya ve Nazım Hikmet hayranıdır. Yerleri onun için çok farklıdır. Cemal Süreya için;“Ama sen ki benim yarı parçamsın. Suyun ötesindeki parçamsın!” der. Ve hatta öyle ki Süreya’nın kardeşi ile evlenmek isteyecek ama gömleği olmadığı için karşısına çıkmayacak kadar ince, Nazım içinse; “Bir Nazım sarhoşuyum. Ezbere canımı verebilirim” diyerek, Nazım’ın aleyhine konuşulmasına tahammül edemeyip Nazım’ın akrabalarına bile meydan okuyacak kadar büyüktür hayranlığı. Ama Ahmed Arif kadar Süreya’da onu çok sever çok değer verir. Hatta bence en güzel o anlatır Ahmed Arif’i. Ona göre; ‘Nazım Hikmet, şehirlerin şairidir. Ovadan seslenir insanlara, büyük düzlüklerden. Ovadan akan “büyük ve bereketli bir ırmak” gibidir. Uygardır. Ahmed Arif ise dağları söylüyor. Uyrukları tanımayan, yaşsız dağları “asi” dağları. Uzun ve tek bir ağıt gibidir onun şiiri. “Daha deniz görmemiş” çocuklara adanmıştır. Kurdun kuşun arasında, yaban çiçekleri arasında söylenmiştir, bir hançer kabzasına işlenmiştir. Ama o ağıtta, bir yerde, birdenbire bir zafer şarkısına dönüşecekmiş gibi bir umut, keskin bir parıltı vardır. Türkü söyleyerek çarpışan, yaralıyken de, arkadaşları için tarih özeti çıkaran, buna felsefe ve inanç katmayı ihmal etmeyen bir gerillanın şiiridir. Karşı koymaktan çok, boyun eğmeyen bir doğa içinde. Büyük zenginliği ilkel bir katkısızlık olan atıcı, avcı doğa içinde.’ olarak anlatır. Daha güzel bir anlatım şekli olamaz.

Ahmed Arif.. Davasına da aşkına da sadık bir şair, aşık.

Otuzüç Kurşun’u yazdığında her yerde okunup, dikkatleri üzerine çekeceğini bilmiyordu. Bir gece gelip aldıklarında sabaha kadar dövüp, defalarca sorgulayıp, oku denmesine rağmen okumayıp, çöplükte ölüme terk edilir. Ama taviz vermez kendinden. Çünkü o ‘Acı çekmek de bir yerde sevda gibidir, her kula nasip olmaz diyordu. Tüm baskı ve işkencelere rağmen dik durmaya çalışmıştır; yüksek öğrenimini tamamlayamamak pahasına bile olsa.

Davasına olduğu kadar aşkına da sahip çıkan ve hiçbir zaman bırakmayan bir aşıktı. Onun aşkı başkaydı. Bütün mantıkların, zamanların dışında saf, naif, sadık ve tamamen koşulsuz bir aşk. Onun aşkı o kadar büyüktü ki kimi zaman sevdasını bir kenara bırakıp önemli olanın Leylası olduğunu söyler; “Benim için çok mühim olan, sana aşık olmak veya aşık olmadığımı bağırıp yırtınmak değildir. Aslolan, seni kırmamak, üzmemek, kaybetmemektir. Anladın mı canım?” ya da “Öylesine hülya, kutsal ve uzaksın ki allah kahretsin beni” der. Leyla’sına karşı hiçbir egosu olmadığını,aksine mecbur olduğunu o kadar güzel temiz dile getirir ki bir mektubunda yine; “Kimselere mecbur olmadım, olmam da. Yiğitliğim ve rivayet olunan erkekliğim, bundandır… Ama senin mecburun olmak, beni hiç mi hiç küçültmüyor. Aksine yüceltiyorsun, insan ediyorsun, yaşatıyorsun..” Aynı zamanda sevdiği kadının öyle güzel inceliklerini dile getirir ki hayran olmamak içten değil; “Gözlerinden, burnunun, üst dudağına düşen fark edilmez incecik gölgesinden öperim canım. Öperim ömrüm. Yaşşa!” Böyle büyük bir aşk yaşayıp onun özleminin de büyüklüğünü de tahmin etmek zor olmaz. Ama ‘Hasretinden Prangalar Eskittim’ derken o büyüklüğünü hissetmemek imkansızdır ya da “Özlemektir seni, geberesiye. Ses etmektir, haykırmak ‘Leyla!’ bir tenha saatte geceler yarı. Ömrümüz çelimsiz, kısa. Çabamız korkunç ama. Ayaklarımızı bastığımız toprağın, kokladığımız havanın, şunun bunun en ibne, en akla gelmez derdini dert edinmek. Kendimizi duymaya, yaşamaya yönelmek bile yasak.” derken ki şiddetini anlamamak çok zor. ‘Ve sen geçersin içimden, bitmek bilmezsin..’ demesinde ki naifliği ise aşkının güzelliğini tekrar gözler önüne serer. Arif aşkının karşılıksız olduğunu bilmesine ve Leyla’sının evlenmesine rağmen umudunu kaybetmez ve aşkına hep sahip çıkar, sevdasını terk etmez bunu da dile getirmekten hiç çekinmez;“Beklemesini, dayanmasını bilen biriyim.” der. “İhtiyarlayacak olsam bile seni bekleyeceğim” ile vazgeçmeyeğini belirtir hep.

Ahmed Arif’tir o; sevdanın ve direnişin şairi..

KUŞLAR

Bir de kuşlar var Hakim bey der, Ahmet Arif ve Herşeyin başı onlar… Onlar özgürlüğü koyuyor insanların kafasına… Baksanıza, terörist terörist uçuyorlar…”

Kuş olmak isterdim. Uçmak. Durmadan, yorulmadan, dilediğin kadar, alabildiğince uçabilmek. Bir yere ait olmadan sadece uçmak. Hiç bir ana, mekâna , bir şeye bağlı kalmadan sadece uçuyorsun. Özgürce ve belki de Ahmet Arif’in dediği gibi teröristçe uçuyorsun. Birileri, birisi seni görüyor masmavi gökyüzünde ya da hafif sisli kapalı gri bulutların altında mavi gökyüzünde uçarken seyredip şöyle uzun uzun, sonra gözlerini kapatıp rüzgarın yüzünü okşarken senin, özgürlüğe uçuşuna imrenmesi, belki de benim gibi kıskanması. Kuş olsaydım diye iç geçirmesi. Ülkeleri yok, sınırları yok.. Kim bilir kaç deniz, okyanus görmüştür, diye istemsiz sorular sormaya başlarsın. Mavi gökyüzünün altında, dalgalı masmavi okyanusun üzerinde uçmuş olması artık seni çok kıskandırır ve sen de kendini onun yerine koyup rüzgarı arkana alıp birlikte dalgalı okyanusun üzerinde uçtuğunu düşünürsün. Bu düşüncenin bile seni nasıl mutlu ettiğini anlayınca bir kuş olduğundaki mutluluğu tahmin dahi edemiyorsun. Sonra gözlerini açıp gerçek dünyaya dönüyorsun ve kuş değilsin sadece onu seyrediyorsun. Peki sen niye bir yere ait olamıyorsun, bir ana ait olamıyorsun? Sen kuş değilsin ki, kanatların yok ki. Sen niye kalamıyorsun? Sorularla kendini boğarken, nefes almayı deneyip düşününce yalnız olduğunu ve onu sevdiğini anlıyorsun. Yalnızlık fikri sana ürkütücü gelmiyordur. Aksine sana huzur verip, nefes almanı sağlıyordur. Bir yerde okumuştum eğer insan yalnız kalınca sıkılmıyorsa kendisiyle barışıktır, sonuçta kendiyle baş başa kalıyor. Bu yüzden ki kuş olmak fikri yine cezbedici geliyor. Tek başına, bir bağın olmadan hiçbir şeyle, yalnız ve sadece uçmak fikri niye bu kadar güzel gelsin ki? Belki onlar kadar özgür değilsin ama ait de değilsin ne zamana ne bir ana ne de bir yere. Bir kuş değilsin ama bir yerde durma fikri, kalma düşüncesi niye bu kadar korkutuyor? Beceremiyorum galiba. Denemişliğim olduğunu ve sonucunun da çok başarılı olmadığını tecrübe ettim. Eğer senin üzerine dikilmemişse bir elbise en usta ellerden de çıksa ya da dünyanın en güzel kumaşlarından da olsa yine sana olmaz. Bir önemi kalmaz ne kadar ustaca ellerden çıktığının ya da çok değerli kumaşlardan olduğunun. Demek ki benim üzerime göre dikilmiş elbise değil. Ama sonra yine düşünüyorsun senin üzerine dikilse bu nasıl elbise olurdu diye. Muhtemelen ‘Albatros’ gibi olurdu.

Kuşların belki en özeli olarak bilinen kuştur ‘Albatros’. Yaşamlarını çoğunu açık denizlerde geçiren Albatros kuşları, okyanusu aşabilmek gibi inanılmaz yeteneğe sahiptirler. Durmadan, yorulmadan en uzun uçuşu yapan nadir kuşlardandır. Öyle ki uçarken uyuyabiliyorlar. Erişkinliğe erişene kadar da yalnız uçuyorlar. Ne zaman ki erişkinliğe eriyorlar o zaman çifti ile uçuyor ve tek eşi oluyor.Albatroslar çok fazla sadıklardır, eşi ölse dahi yalnızlığı tercih ediyorlar. Bu onların özgürlüklerini elinden almıyor, kısıtlama getirmiyor. Bir zamana, mekâna bağlamıyor. Ama bir çifti de oluyor. Olsa olsa Albatros olurdu sanki benim de elbisem.. Özgür, bağlayıcılığı yok, alabildiğince uçuyorsun ama bir çiftin oluyor bunları engellemeden. Uçabilmek de olay, özgürce, terörist terörist.. Sadece Ahmet Arif’in dediği gibi değil, Füruğ da “Kuş ölür, sen uçuşu hatırla..” derken, Süreya’nın “Hayat kısa, kuşlar uçuyor.” demesinde de ne kadar yanılmış olabilirler ki? Bu kadar usta şairlerin bile konu aldığı, anlam yüklediği, şiirlerinde yer verdiği kuşlar, uçmak bu hazzın ne kadar paha biçilmez olduğunu göstermiyor mu?

TOMRİS

O sadece Türk edebiyatının değil memleketin gelmiş geçmiş en özel kadınlarından biri. ‘İkinci Yeni’ nin en önemli üç şairine aşkı ve kadınları yeniden öğreten ve hayatın son gününe kadar özgünlüğünü koruyan kadın ‘Tomris’.

Şair Ülkü Tamer’in ilk göz ağrısı; Cemal Süreya’nın fırtınalı sevdası, Turgut Uyar’ın biricik karısı ve Edip Cansever’in daimi platonik aşkı Tomris Uyar, usta kalemiyle olduğu kadar alaycı ve bağımsız tavrıyla da edebiyat dünyasının bu 4 erkeğini kendine sırılsıklam aşık etmeyi başarmış bir kadın.
Süreya’nın “Daha nen olayım isterdin, onursuzunum senin!” der ve sayımı yazar. Tomris’in ise şahsiyet rötarı dediği o güzel anısı vardır. Uyar’ın uzun zaman şiir yazamadığı dönemde ilham perisi olur, uzun soluklu ve edebiyatın en güzel önemli şiirlerini yazdırır. Cansever’in en güzel şiirlerini yazdığı ve adadığı olur. Edebiyat dünyasının ve en güzel naif sevilmelerin kadını olur ‘Tomris’.
Hayatı ciddiye almayan, sevgiden yorulduğunda yeni bir sevdaya açılmaktan korkmayan, uyumsuz, aykırı bir kadın düşünün.Turgut Uyar’la tanıştığında evlidir hala.
Tomris pişmanlık ve üzüntüler ile uğraşacak biri değildi. Yaşamın her anından keyif alan bir kadındı. Rakıyı çok sever, sağlıklı yaşamayı önemsemezdi. O devamlı çakırkeyif bir hava da, bir rahatlıkta idi: “Yaptığı işi çok ciddiye alan insanlar için üzülürüm. Bir şeyi ciddi yapan bir insanın bir de kişisel bir ağırlık taşıması gerekmez.”
Kuşkusuz onca şiirin gölgesinde, kadın yanı mutluluk duysa da, ağır yükler altındaydı aslında. Dost kaldığı, gönlünü kaptırdığı ve hatta evlendiği şairler, onu hep her an ellerinden uçup gidecek bir kuş edasında sevdiler ve haksız da değillermiş, Tomris Hanım bu sevdaları yaşarken karaya yaklaşsa da; onun ruhu okyanus sever, her an kuş olup sevdiği diyarlara uçabilirdi.. Bunu kendisi de biliyor ve “Asıl üzüntü veren yaşlanmak değil, uslanmak.” der ve kendini özetler.

Tomris sadece ikinci yeninin büyük şairlerine, sevdiklerine,sevenlerine yeniden kadını öğretmedi. Tomrisle ilk tanıştığım andan itibaren kavramlarım değişti. Aykırılığı, uyumsuzluğu, farklılığı, özgürlüğü, özgünlüğü bu kadar güzel buram buram yaşayıp geçirebilmek ustaca ne muhteşem. Yanlışlara, hatalara takılıp kalmadan, her şeyi arkada bırakacak kadar güçlü, sürekli yeni dünyalara açılmaktan korkmadan, sürekli merakla, istekle, iştahla hayatı ciddiye almadan, bir yere ait olmadan istediğin her yerde olabilmeyi, tutkuyla, hazla, özgürce istenilen ya da vadedilenlerle değil istediğin gibi yaşamak, tüm kadınlığınla yaşamak.

Teşekkürler Tomris . .

WordPress.com ile böyle bir site tasarlayın
Başlayın